Ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de, “yeter Sabahattin kes, bu ne biçim şarkı?” dedikçe şaka yollu tekrarlardı.
“Tabutumun altı çatlak,
beni vuran benden alçak,
sol böğrüme girdi pıçak
yar yar aman..”
meğer kaderinin şarkısıymış, bilemezdik.
Süheyla Conkman
Onun deliliği herkesin aklına gelen deliliklerden değil. Kendini aşan insanlara özgü deliliklerden. Çocuklardaki delilikler türünden. Sabahattin ak saçlı, altın gözlüklü, iyi giyimli bir efendi kılığına girmiş bir çocuk insandı...onun bu yanının karşısında bir de ağırbaşlı, bilgili, zeki ve anlayışlı bir Sabahattin Ali yaşardı. Geceleri yalnızlığa çekilip çoğumuzun öğrenmeye tenezzül bile etmediği şeyleri dikkatle okuduğunu çok gördüm.
Bir gün elinde uzun bir hikaye ile çıkageldi. Hasan Boğuldu. sessizce oturdu, sindire sindire ve bir şiir okur gibi okudu...lirik bir şiir. Onun çok güçlü bir doğa görüşü vardı. Hiçbir yanı hayalden uydurma değil, fakat sadece ampirik görüş de değil...Doğanın doğrudan doğruya kendisini içinden anlayan bir sezgisi vardı.
Niyazi Berkes
Çok eğlenceli anıları vardı. Bir akşam gördüğü bir olayı anlatabilmek için kantocu Ermeni kızını büyük bir başarıyla taklit ederek hem şarkı söyler hem de oynardı. "Küçücüksün, pek güzelsin tombul meleğiğiğim, gözlerine meftun oldum, acep beni sever misiiin?"derken seyircilerden biri aşka gelip, küt diye kadının poposuna bir şey fırlatır. Kantocu önce can havliyle "eşek" diye bağırır, ama arkasına dönüp de poposuna çarpan şeyin altın saat olduğunu görünce "teşekkür ederim neyim" diye yerlere kadar eğilip altın saati koynuna sokar.
Mediha Esenel
Sabahattin Ali kendi halinde, efendi, hiçbir şeye karışmazdı. Hemen koğuşa ısındı, arkadaş, dost olduk. Koğuştakiler hep hemşehri olduğumuz için yemekleri birlikte yiyorduk.
Yemekleri ben yapardım. Ay sonunda yapılan masrafları adam başına taksim eder, paraları toplardım, içimizde pek okuma yazmayla ilgilenen kimse yoktu. Onun için Sabahattin Ali gece geç vakte kadar lambanın ışığında kitap okurdu. Yanında çok kitap getirmişti. Her tarafı kitap doluydu. Almanca kitaplardı. Gündüzleri bir sandığın üstünde yazı yazardı.
Hüseyin Kuşüzümü
Sabahattin çocukluk arkadaşımdı. […] Gerek okulda gerek mahallede arkadaşlarla oynadığımız oyunlara hiç katılmazdı. Ya bizi kıyıdan izler ya da eve girip kitap okur, resim yapardı. […] Aramıza sokulmadığı için öbür arkadaşlar onu dövmekle tehdit ederlerdi.
Bu gibi durumlarda iri yapıma güvenerek onu korurdum. O da buna karşılık ya bana oyuncaklar yapar ya da derslerime yardım ederdi. Okulun en çalışkan öğrencisi idi. […] Güzel, yakışıklı ve sessiz bir çocuktu. Bu özelliklerinden dolayı, bir gün arkadaşlarımızda Şakir’in saldırısına uğradı. Ve bir tesadüf eseri, olayı görmem ve müdahale etmem bu saldırıyı sonuçsuz bıraktı.
Ali Demirel
Fırsat buldukça Ege kıyılarına koşar, Edremit tepelerinde dolaşmaktan hoşlanırdı. Bir kez başına bir iş gelmiş bu gezintiler sırasında. İkinci Dünya Savaşı sıralarında köylüler dağda bayırda Beşinci Kol ararken bula bula onu bulmuşlar. “Etmeyin eylemeyin hemşerilerim.
Ben buralıyım, sizdenim” diye çırpınması boşa gitmiş. “Yabancı olmadığımı iyice anlasınlar diye bölge ağzıyla konuşuyordum. Ama bir Beşinci Kol gâvurunun Türkçe konuşmasında, üstelik Türkçeyi Edremitliler gibi konuşmasında şaşılacak bir yan göremiyorlardı. Kim olduğumu karakolda anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.”
Sevgi Sanlı
Efes’i birlikte gezdik. Grubumuz kalabalıktı, Alman hocalar da vardı sanırım, ama benim gözüm babamdan başka kimseyi görmüyordu. Efes, babamla benim birlikte yaşadığımız, binlerce yıl öncesinin yaşayan Efes kenti olmuştu o gün. Açıkhava Tiyatrosu’ndan rıhtıma uzanan mermer caddeyi, şimdi denizin çoktan çekilip kupkuru bıraktığı rıhtımın eski durumunu ve buraya yanaşan yelkenlileri, caddede dolaşan eski Efeslileri teker teker canlandırmıştı gözümün önünde babam. Agoranın dükkânlarında satılan malları, kitaplıkta okuyan gençleri, gymnasium’da spor yapan sağlıklı bedenleri görmüştüm sanki. Benim için tiyatrosu dolup taşan, insanları doğa ve sanatın güzelliğini bağdaştıran canlı, yaşayan bir kent yarattı hem de yaşam boyu unutamayacağım biçimde.
Filiz Ali
Bir 1928 günüydü. Küçük bir öğrenci grubu, Sirkeci’den yola çıkan trenle Avrupa’ya gidiyordu:
Çeşitli dallarda öğrenim yapmak üzere devlet tarafından Almanya’ya gönderilen bu grubun içinde Sabahattin Ali de vardı. […] S. Ali ile tanışmamız işte bu yolculukta oldu. İlk bakışta ötekilerden ayrılıyordu: Hareketli, şakacı, konuşkan, sempatik bir genç.
Sınırları geçtikçe, istasyonlarda durdukça, bütün gördüklerini ilgi ile izliyor, sanki her şeyi, hiç çıkmamacasına belleğine yerleştirmek istiyordu. Bunu sonradan, beraber geziler yaparken de saptadım: S. Ali çok iyi bir gözlemciydi.
Yol arkadaşlarım Berlin yakınındaki tarihi Potsdam kentine yerleştiler, orada, bugünkü
Goethe Enstitülerinin eski şekli olan Deutsches Institut Für Auslander’de Almanca öğreneceklerdi.
Ben ise, o zamanki Berlin sefirimiz rahmetli Kemalettin Sami Paşa’nın önerisi ile Potsdam’a otobüsle 7-8 dakika uzaklıkta Hermanns Werder’deki Internat’a (yatılı okul) yerleştim.
Melahat Togar
Askerlik bitip Ankara’ya döndüğümüzde Pertev Boratav bizi karşıladı. Bir akşam otelde kaldık. O sırada Pertev’in hanımı Almanca öğretmeni olmak için Almanya’ya kursa gitmişti. Bizi de ertesi gün Pertev evine götürdü. Bir gece bizimle kaldı, sonra gitti. Herhalde İstanbul’a gitmişti. Biz de o sırada ev aradık. Kızılay Karanfil Sokağı’nda Adalar Apartmanı yeni bitmişti. Büyük bir dairenin, ev sahibinin ikiye böldürdüğü arka tarafını tuttuk. Arkada büyük bir terası olan, ağaçlık bahçeye bakan kullanışsız, iki odalı bir çatı katıydı.
Aliye Ali
Sonra kendimi Ankara’da Necati Bey İlkokulu karşısında bir apartmanın küçücük çatı katında buluyorum. Bu sefer evliydi ve annemi değil de sadece beni yanına almıştı. Bu da bir okul devresi sürdü. Yazın yine Edremit’e gelmiştim. Onlar da askerliği dolayısı ile İstanbul’a gitmişlerdi. O evin, bir adam boyundan kısa, gittikçe yere doğru inen ve yerde biten bir tavanıyla küçük bir sandık odası vardı. Onun kitap odasıydı. O eğri tavana ve iki yan duvara dünya yazarlarının resimleri yapıştırılmıştı. Yerde de dikine, yan yana sıralanmış, kapı hizasına kadar gelen kitapları dururdu. Bu odaya girer, tozlarını alır, kapıdan bakar, güzel oldu değil mi derdi. Tavana yapıştırılmış yazarların resminin hizasına o yazarın bütün eserleri dizilmişti. “Böylece bulmak kolay oluyor” derdi.
Süheyla Conkman
Sabahattin Ali’nin Kızılay’da, şimdiki Gökdelen’in arkasındaki Adalar Apartmanı’ndaki dairesine sık sık giderdik. […] Sabahattin Devlet Tiyatrosu’nda dramaturgdu. Memurların satın alma gücünün yüzde 36’ya kadar düştüğü yıllardı. Kızılay’ın yanındaki Özen Tavukçusu’nda akşam çorbalarımızı içtikten sonra Sabahattin’e gider ve geç saatlere kadar konuşurduk. Bazen de karneli ekmeğimizle bir parça peynir ve pastırmamızı, paramız yetiyorsa rakımızı da alıp yemeğe giderdik. Aliye Hanım ayaklarımızı dışarıda iyice sildirip içeri alır, sofraya iki tabak daha koyardı. Üç dört yaşlarındaki Filiz’i nöbetleşe omuzlarımızda taşıyarak Çiftlik’e, Keçiören’e, Dikmen’e pikniğe gittiğimiz, hatta çiftlikteki Merkez
Lokantası’nda yemek yediğimiz ve tekrar yürüyerek şehre döndüğümüz olurdu. Bu yürüyüşlerin bazen 15-20 kişiyle yapıldığı, bu bilinçli yurtseverler topluluğunun bizi yakın umutlara düşürdüğü de olurdu.
Niyazi Ağırnaslı
Ay başında, maaşını alır almaz ilk iş Ulus’taki Akba Kitabevi ’ne giderdi. Bu kitap bakma ve satın alma şenliğine arada sırada ben de katılırdım. Beni çocuk kitapları bölümüne salar,
“Sen istediklerini seçedur” diye kendi halime bırakırdı. Sonra da seçtiğim kitapları gözden geçirir, işe yarayan ve yaramayanları ayırır, yine de çoğuna peki deyip alırdı. Babam o sırada yeni gelen Almanca kitap ve dergilerin hemen hepsini gözden geçirmiş olur, pek çoğunu da dayanamayıp alırdı. Bizim bu kitapçı serüvenimiz en azından bir iki saat sürerdi. Sonra ellerimiz kollarımız dolu, o zamanın en modern taşıt aracı troleybüse binip Yenişehir,
Karanfil Sokak’taki çatı katına dönerdik. Babam yolda yeni aldığı kitapların içine gömülür, çevresini silerdi bir kalemde. Bir ara Richard Katz adlı bir gezgin doğa bilimcinin kitaplarına merak sarmıştı. Bu adam Afrika, Pasifik Adaları, Güney Amerika ve Avustralya yerlilerinin yaşamlarını, toplum göreneklerini, bitki çeşitlerini, canlıları nefis fotoğraflarla süsleyen birkaç cilt kitap yazmıştı. Annem ve ben fotoğraflara, babam da kitapların tümüne yaman merak sarmıştık bir ara.
Filiz Ali
Oturduğumuz binanın birinci katına Muvaffak Şeref’le hanımı Rebia taşındılar, onlarla da ahbaplığımız uzun sürdü. Sonra Niyazi Berkes ve hanımı, şimdiki soyadı Esenel olan Mediha Hanım; Pertev Boratav ve hanımı Hayrünnisa, Avukat İ. Hakkı Balamir ve eşi Şemsa tanışlarımız arasına girdiler. Bu ailelerle ahbaplığımız uzun sürdü. Sık sık toplanılır edebiyat ve politik konular konuşulur tartışılır, bazen yemekli ve biraz içkili, şarkılı sohbetler sürdürülürdü. Sabahattin Eyüboğlu o sırada bekârdı, arada sırada bize gelir, birlikte yemek yer ve türlü konularda sohbet ederlerdi. Bazen de Macar Szabo ve hanımı Roji.
Roji o sırada Konservatuvar’da piyano öğretmeni idi. Muzaffer Şerif şimdi Amerikan vatandaşı ve üniversite profesörü imiş. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Szabolar, Orhan Veli, Pertevler vb. Bazen akşam yemeğinde toplanırdık. Yine politika ve sanat konuşulurdu.
Bu grupla bazen Çiftlik’e yürüyüşler yapar, öğlen yemeğini lokantada yerdik. O zaman Orman Çiftliği düzenli, daha temiz, kalabalığı azdı, ilk lokantanın servisi düzgün, yemekleri kaliteli ve ucuzdu.
Aliye Ali
O yıllar Sabahattin Ali’nin belki de en mutlu yıllarıydı. Art arda hikâyeler yazıyor, eserler veriyor, ünü büsbütün büyüyordu. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda diksiyon dersi verirdi. Konservatuvar’ın kurulmasında ve gelişmesinde pek büyük emeği geçen Carl Ebert’in en değerli yardımcısı, sağ koluydu. Birbirlerine sonsuz güven ve sevgileri vardı.
Carl Ebert’in öğrencilerle olan ilişkisi S. Ali’nin süzgecinden geçer, onun diliyle öğrencilere aktarılmış olurdu. Ben durumu yakından izleyenlerdendim. O yıllarda konserleri kaçırmadığım gibi hazırlanmakta olan yeni tiyatro ve opera eserlerinin ilerlemiş provalarına, iki elim kanda olsa, giderdim. Sabahattin’in Konservatuvar’daki işini ne kadar çok sevdiğini, nasıl canla başla çalıştığını, hem fikirleri hem de Almancasıyla Ebert’i nasıl tamamladığını görürdüm.
Mediha Esenel
Yalnız biz dışımızdaki ortamla kesmiştik ilişkimizi, günümüz, gecemiz birlikte geçiyordu, özellikle tatil günleri kırlara gidiyorduk. Çünkü doğaya tutkunduk. Belki de eğilimimiz gereği doğaya tutkunduk, belki de toplumda bulamadığımız özgürlüğü doğada bulduğumuz içindir ki doğaya açılıyorduk. Birisini bulduktu o zaman, Hancı Yusuf diye biri. Ben 1931’de tanıdımdı, komünist propagandasından o zaman mahkûm olmuştu. Dikmen Deresi’nde bir kulübesi vardı Yusuf’un, oraya giderdik şimdi de entelektüellerimizin pek sevdikleri gibi içki içerdik, şarkılar söylerdik. Hemen hemen günlerimiz birlikte geçiyordu, yaşamımızdı bizim bu. Ama herkes kendi konusuna göre, kendi uzmanlık alanına göre diyelim, ayrıca kendi yaşamını da sürdürüyordu. Yani düşünsel yaşamını da sürdürüyordu. Zaman zaman da tabii tartışmalar oluyordu.
Muvaffak Şeref
Sabahattin Ali’yle 1937 yılında tanıştık. Harbiye ’deki yedek subay okulunun hazırlık kıtasında nakliye taburunun er öğrencileriydik ikimiz de. 4. bölükten 12. bölüğe verildim ve orada buluştuk Sabahattin’le. Kalın gözlük camlarının gerisinden beni yüreğime kadar süzdü sanırım. Ama ben Sabahattin Ali ’yi Kuyucaklı Yusuf ’u, “Kağnı”, “Çaydanlık”, “Asfalt Yol” gibi hikâyeleri ve bir iki de dizesiyle zaten tanıyordum. […] İkinci Dünya Savaşı’nda silahaltı emri alıp Sarıkışla’daki (şimdi Altındağ Adliyesi ’nin bulunduğu yerler) 8. tümene katıldığım zaman Sabahattin Ali ’yi de orada buldum. Benden bir gün önce de o gelmişti. Tümenin arabalı ekmekçi koluna verilmiştik. […] Biz, Sabahattin ’le birlikte, her gün bize ayrılan erlerle, arabalarla, gerekli araçlarla orada ekmekçi kolunu kurduk. Yeni yedek subaylar katıldı birliğimize ve sonunda 8. tümene Boğaz savunması görevi verildiği için komutanlığın günlük emrine uygun olarak bize tahsis edilen bir katarla Haydarpaşa ’ya hareket ettik. Sabahattin’le en sıcak dostluk ilişkilerimiz, arkadaşlığımız böylece 1939 sonlarında başlamış oldu.
Niyazi Ağırnaslı
Yine bir gün, Bahariye’deki evimizde konuktu, “Bak, Mesut,” demişti, “bu, size son gelişim! Bundan böyle benimle arkadaş olman, sana zarar getirebilir. (O sırada kocam, Haliç’te, Camialtı Tersanesi’nde müdürdü.) Onun için, size allahaısmarladık demeye geldim.” Kamyon işinden söz etti. Sanırım nakliye işleri yaparak ailesinin yaşamını sürdürmek istiyordu. Karı koca çok üzülmüştük. O, yine şakalar yapıyor, yine benim bilgisizliğimle alay ediyordu. Bir daha onu göremedik. Bir haber de alamadık.
Melahat Togar
Gelip bizim evde kalmaya başladı. Bize yerleşince gerçekten zevkli günler başladı evde. Çünkü geceleri geç vakte kadar oturuluyor, politikadan ve sanattan söz edilip uzun süre konuşuluyor, karım da (Adalet Cimcoz) Almanya’da tahsil yaptığından Alman edebiyatıyla ilgili, bu nedenle tam bir anlaşma sürüyor. […] Adalet bazı kitapları getirtir, okurlardır. Bu kitaplar daha çok edebiyatla ilgili idi.
Mehmet Ali Cimcoz
Aliye ile Filiz geldiler. Bir gün Sabahattin’i ziyaret için beraberce hapishaneye gittik. Sabahattin bizi hapishane müdürünün odası yanında, küçük bir odada karşıladı. Filiz’in boynuna sarıldı, çocuk gibi ağlamaya başladı. Babasının ağladığını gören Filiz de ağlıyordu.
Sabiha Sertel
Almanya’dan dönmüştü. Konya’ya Almanca öğretmeni olarak gidince orada bir ev tutup annemle beni çağırdı. Edremit’teki o sıkıntılı günler artık bitiyordu. Ben sevinçten uçuyordum. Kendimizi Konya’da bulduk. Kahverengi, yakası kürklü paltosu, çerçevesiz gözlükleriyle gözümün önündedir. Bir de daima gülen yüzü. Onun bazen gülerken bir konuşması vardı ki, kendisine mahsus bir özellikle hem güler, hem konuşur, çabuk çabuk ama sözcükler tam anlamıyla dökülürdü ağzından. Bir gün okuldan eve gelirken yolda karşılaştık.
Beraber eve geldik, o içeriye girmeden anneme, “Bu akşam beni yemeğe beklemeyin, biraz geç gelirim, savcılıktan çağırmışlar” dedi. Ne yazık ki artık hiç gelmedi. Biz eşyaları toplayıp yine Edremit’e dönerken onu Konya cezaevinde ziyaret ettikten sonra ayrıldık. Arkadaşlarından Pertev Bey bizimle ilgilenerek yolcu etti. Sinop kalesinin başlangıcı idi bu üzüntülü günler. Konya’daki ü ç aylık huzurdan sonra daha da artarak yine başladı.
Süheyla Conkman